20 Mayıs 2014 Salı

Hatıralar Ve Eski Bir Sandık

Odamın köşesinde, hemen boş duvarın önünde eski bir sandık duruyor. Antika bağlamında eski sayılmaz elbet; lakin on yedi senelik bir ömür için pek eski, pek yaşlı bir sandık. Bir dost, bir sırdaş belki. Kahverengi şeritli yüzeyine dokunuyorum sandığın; tıpkı bir dostu okşarmışçasına okşuyorum ve mırıldanıyorum kendi kendime: "Hatırlıyorum" Neyi hatırlıyorum sahi? Annemin elimden tutup beni mobilyacılarda gezdirdiği o eski günleri mi? Kendimi hemen bir kanepenin üzerine atıp "Bu da evimizde olacak" diyişimi mi? Benim elimden tutan o kadının gün gelip bana "köksüz" diyişini mi? Köksüzlüğümün sebebinin, o mobilyalarla benim aramda nasıl olup da bir sırra dönüştüğünü anımsıyorum belki de; ama hayır, hatırladığım bunlar değil, hiç biri değil. Hatırladığım yalnızlığım ve o yalnızlığa sahne olan semptler: Hasanpaşa misal, Maltepe ve ardından Feneryolu; en sonunda da Koşuyolu.

Tıpkı bir gölge gibi izimi sürmüş yalnızlığım, bana nice delice şeyler yaptırmış. Oğuz Atay'ın dediği gibi belki de: "Ey insanlar, sonunda bunu da mı yapacaktınız bana?" Sandığın kapağını açıyorum. İşte yalnızlığım bunları yaptırmış bana; daha doğrusu yazdırmış. Bir yığın eski yazı: Okudukça hatırladığım, hatırladıkça öfkelendiğim kağıt yığınları. Okunması zor bir yazı, bir hışımla kaleme alınmış cümleler. Yalnızlığımın bu ucube parçalarından ikisini çok beğendim, sakladım; gerisiniyse sanki bir piçmiş gibi yırttım gitti. Ne de olsa onları yazan artık ben değildim.

Sakladığım yazıları hemen aşağıda paylaşacağım. Sanırım ilkini yoğun bir şekilde Kafka okuduğum zamanlarda yazmışım; duygu olarak bariz bir Samsa etkisi var nitekim. İkincisiniyse en sevdiğim kadın yazarın ölümü üzerine kaleme almıştım; bu ölümden bir hoşluk çıkaralım ve gelin bir oyun oynayalım: Tahmin edin bu kadının kim olduğunu. Yazının içinde birkaç ipucu mevcut.

Kafka Etkili Yazım:

İçeriden bir adam çıktı: Kel, yarı çıplak, altında beyaz bir don. Gülüyordu, hayır gülmüyordu, sırıtıyordu. Gözlerim büyümüş, kalbim hızla atmaya başlamıştı. Adam büyüyor, büyüdükçe vücudu gelişiyor, altına giydiği tek bir don da yırtılıyor, sırıtışı ve bir varlık olarak kendi tanrısal bir nitelik kazanıyordu. Bense küçülmüştüm. Yanımda kare zeminde gezinen bütün mikroskobik canlıların farkındaydım şimdi. Aynı zamanda bir şeyin daha farkındaydım: Üzerime gölgesi düşen bu varlık bir tanrı değildi; daha beteriydi, bin beteriydi. Bir titandı bu. Yunan tragedyalarından aklıma kazınan tek tük isimlerden Kronos idi karşımdaki. Beni ayaklarımdan tutup baş aşağı midesine indirmekti niyeti. Ama ben Zeus değildim. Kendimi ve içerdekini kurtaramazdım. Buna gücüm yetmezdi. Olsa olsa Hephaistos olabilirdim ben: Yüce tanrıların topal çocuğu...

Aralara Karaladıklarım:

Anahtar delikte dönüyordu; ben de beraberinde dönüyordum. Aramızdaki tek fark o içeri alınmışken benim dışarda bırakılmış olmamdı.

Çünkü sadece yazarken varım; ya zarken her şey anlamlı. Yaşarken hiçbir şey yok; koca bir dünya bir hiç ve her şey çok anlamsız.

Her intihar biraz sessizlik olması beklenirken, yaşama karşı atılmış intikam ve acıtma tonlu birer çığlık degil mi?

Sanki dokunsa sönecekti parlak ışıkları...

*Aslında bu üstteki yazıların her biri bir bütünün parçaları. Fakat tamamlayan yazıları yırtıp, çöpe attım. Dedim ya suç benim değil onların; birer piçti onlar artık.

Bu da küçük oyunumuz:

Mezarının başında oturuyordum. Sevdiğini bildiğim turuncu çiçekler vardı elimde, başucuna koydum. "Bana Pavese'den haber ver" dediğini duyar gibi oldum sanki. "Biliyordum" dedim. Bir kitabını açtım ve okumaya başladım. Onun da sevdiği satırları okuyordum şimdi. Bir zamanlar onun da gözlerinin gezdiği, yüreğinde hissettiği bu satırları. Sonra "Niçin yaşadığını bilmiyor musun?" dedim. O an için yanımdaydı.Ağaçların yapraklarını hışırdatan rüzgar ölümle yaşamı birbirine bağlamıştı adeta. Gözlerimin içine bakıyor, ağzından çıkacak kelimeleri işitmek için bütün benliğini zorluyordu. "Anlatmalısın, anlatmalısın, acıkmalısın, susamalısın. Sonun korkunç, sefil olmalı... Bunu bilmiyor musun?" Soru soruyormuş gibi aynı ciddiyetle yüzüne baktım. O da benim yüzüme bakıyordu, başını omzuna yaslamıştı. Sonrasında birden ölümle yaşamı tekrardan ayıran, rüzgara karşı savrulmuş bir kahkaha koyverdi, kulak mememi öptü ve onu ısırdı. O da aynı ciddiyetle yüzüme bakıyordu şimdi, saçlarımla oynuyordu; ince dudaklarının hareketlendiğini görüyordum. "Bunu sana Pavese söylüyor" diye mırıldandı ve rüzgarla beraber yitip gitti.

2 yorum:

  1. Üslubunu beğendim. Lakin epey geç kalmışsın blog açmak için. Zira bloglar artık ölü mekanlar. Doğru dürüst yazan kalmadığı gibi, vakit ayırıp okuyan da yok. Tivitır denen zibidi mecra sağolsun, mahvetti blogları.
    En nihayetinde alayımız beğenilmek/takdir görmek/sevilmek/birilerine temas etmek için yazıyorduk. Eh, tivitırda 140 karakterle bunlara kolayca sahip olmak varken kim niye uğraşsın yahu uzun uzadıya yazı yazmakla.
    Ama sen gene de yaz tabi. İyi yazıyorsun.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkürler.

      Evet, bence de böylesi bir blog açmak için epey geç oldu. Benim de takip ettiğim blogların çoğu ya iki-üç ayda bir yazı yazıyor ya da hiç yazmıyor.

      Daha öncesinde başka bir blogum vardı aslında ama belli bir süre yazmadıktan sonra ne bileyim kendimi oradan uzaklaşmış hissettim, yazmadım daha. Kağıtlara yazmaya başladım o blogu kapatmamın ardından. Baktım olacak gibi değil, hem karışıyor hem de gereksiz bir kalabalık oluyor, yazılar siliniyor falan "ben en iyisi yeni bir blog açayım" dedim. En azından okuyan birkaç kişi olur ve yazıların da karışmadan kalıcı olabilecekleri bir mecra olur dedim.

      Sizi çok beğenerek takip ediyorum uzun zamandır. Yorumunuz benim için çok değerli. Tekrar teşekkürler.

      Sil